YILDIZ BİRİKTİRENLER
- Muraz Arslan

- Nov 4
- 7 min read

Yıldızlardan söz ederdi şairler. Öyle sık ve öyle içli bir biçimde söz ederlerdi ki, insan onları gökyüzünden çok bir masalın sayfaları arasında sanırdı ilkin. Yıldızlar güzeldir, derlerdi. Baktıkça insanın içi açılırmış. Derinleşirmiş insan, durulurmuş. İnandım. Neye inandığımı bilmeden, sadece tekrar edilen her şey gibi bunun da doğru olduğuna inanarak, yıllarca taşıdım bu düşünceyi içimde. Oysa yıldızları pek görmemiştim ben. Göğün ne zaman karardığını fark etmeyecek kadar ışıklı sokaklardan geçmiş, geceleri çiğneyen takvim yapraklarıyla örtülü yataklarda uyumuş, pencereye bile dönmemiştim yüzümü. Gökyüzü benim için bir şeyin üstüydü sadece. Kapanmış bir kapağın iç karartıcı karanlığıydı. Kuşsuz, sessiz, yıldızsız. Sonra bir şey oldu. Ne zaman olduğunu hatırlamıyorum ama, olmuş. Sanki biri omzuma dokundu da ben dönüp baktım. Öyle bir şey. Birden, uykuyla uyanıklık arasındaki o sarkaçta, gözlerimi göğe kaldırdım. Hiçbir şey yapmadan, sadece baktım. O anda yıldızları gördüm. İlk kezmiş gibi, son kezmiş gibi. Birinin yüzünü aniden hatırlamak gibi. Bir şiirin yarım kalan dizesini rüyada tamamlamak gibi. İçimden bir şey koptu. Belki zaman, belki ben, belki çocukluğum. Belki de sadece bir sessizlik. O an, yıldızların gökyüzüne değil, insanın içine asıldığını anladım. Ve ben, yıldızsız geçen yılların yasını tutmaya başladım orada. Sessizce, içimden. Çünkü göğün üstünde ne varsa, aslında insanın içinde de o var. Ve bazen bir gece, bir toprak kokusu, bir rüzgâr insanı kendine döndürür, göğe baktırarak.
Ve ben, o unutulmuş duygunun kıyısında, bir rüyanın kenarına oturmuş gibiydim. Kendimi hatırlamıyordum. Bir isme sahip olmak gibi şeyler yoktu artık. Adımı unuttuğumu değil, hiç adım olmamış gibi hissettiğimi fark ettim. Yıldızlar, o küçücük parıltılarıyla, beni kendi varlığımın dışına çekmiş, bir hayalin içindeki hayal gibi, beni kendi içime düşürmüştü. Ne ses vardı ne de sessizlik. Sadece büyük bir oluş, büyük bir kabulleniş ve her şeyin içinden süzülen incecik bir varoluş ışığı. Zamanı yitirdikçe kendimi bulduğumu fark ettim. Ama bu bulmak, eskisi gibi bir şey değildi. Ne aynaya bakan bir yüzdü bu, ne de bir anının sızısıyla dolan göğüs. Bu, belki de hiçbir şeye benzemeyen bir kendilikti. Bir taş gibi suskundu. Bir toz gibi hafifti. Ve her şeyin tam ortasında olduğu halde hiçbir yerle bağlı değildi. Kökleri göğe salınmış bir düşünce gibi.
Bir ara, yıldızlardan birinin hafifçe titrediğini gördüm. Titredi ve sanki bana göz kırptı. O an, yıldızların göz olduğunu düşündüm. Gökyüzü bir yüzse, yıldızlar onun gözleri olmalıydı. Ve belki de ben o bakışların tam ortasındaydım. Gözlemlenen bir hiçlik. Düşlemlenen bir varlık. Anlamı olan ama adı olmayan bir şey. Ve işte o an, üzerimdeki battaniyeyi, altımdaki demir iskeletli yatağın gıcırtısını ve günün bana yüklediği her şeyi unutmuştum. Unutmakla kurtulmak arasında bir fark varsa, ben tam da o farkın içinde asılıydım. Ne unuttuğumla hafifledim ne de hatırladığımla ağırlaştım. Sadece, yıldızların bana öğrettiği tek şeyi biliyordum: İnsan, bazen kaybolunca bulunur. Ve bazen, yıldızların içine düşerek, dünyadan silinip göğe yazılır.
İşte şimdi, o ağırlıksız boşlukta, bütün bedenimden sıyrılmış bir gölge gibi yıldızların içine düşmüşken, hangi zamana ait olduğumu bilmiyordum. Ne bir adı vardı yaşadığımın ne bir anlam arıyordum. Sadece, gözlerimin içine dolan o ışıklar vardı. Sonsuz bir geceye serpilen binlerce gülüş gibi benimle oynayan yıldızlar vardı. Ben artık, bir zamanlar şehirde kalem tutan, insanların kırık dökük hayatlarına cümleler uyduran o yazar değildim. Artık, uzak dağların ardına gizlenmiş, unutulmuş bir akıl hastanesinin penceresinden yıldızlara bakan biriydim. Ben şimdi, yıldızlarla -büyüklerin asla anlayamayacağı- oyunlar oynayan bir çocuktum. Şehrin dar sokaklarında top oynarken düşüp dizi kanayan bir çocuktum yeniden. Çatıya çıkıp televizyon antenini ayarlarken yıldızlara daha yakın olduğuna inanan bir çocuktum. Balkon demirine asılı çamaşırların arasından gökyüzünü izleyen, göz kırpan her yıldızı bir dileğe çeviren o ufacık bendim. Ve aşağıda, kaldırıma oturmuş abim vardı. Kafasını kaldırıp bana, 'Yirmi yıldız biriktir, inebilirsin aşağıya' diyordu. Ben yıldız sayıyorum bugün. Buradan çıkmak için değil… Bir zamanlar kim olduğumu hatırlayabilmek için.
O an, kendim olduğumu hissettim. Yani, başka hiçbir şeye benzemez ve başka kimsenin anlatamayacağı o garip tanıma anıydı bu. Ben, bendim. Yani ne yaşadıklarımın toplamı ne de yaşayacaklarımın gölgesi. Sadece ben. Beni evirip bükerek bir şekle sokmuş tüm zamanlardan sıyrılmış, üzerime giydirilen her sıfattan, her roller bütününden, her sözcükten soyunmuş bir ben. Ve yıldızlar vardı etrafımda. Sesleri yoktu ama yine de konuşuyorlardı. Fısıltılarla değil, belki hatıraların içinden geçerek, belki uykusuz bir gecenin orta yerine düşerek. “Ah sen” diyorlardı bana, “Sen bizim oyun arkadaşımızsın. Şehirde büyümüş ama hiç büyüyememiş o çocuksun.” Abim de orada. Fuat. Bir rüyanın kıyısında duruyordu, solgun ama gülümseyerek. “Kaç yıldız biriktirdin?” diye sordu. Ben, çocuklara özgü o saflıkla, “Çok” dedim. “Yetmez” diyordu abim, “Daha fazla yıldız biriktir ki… eve gidebilesin.” “Olur,” diyordum. Biriktiriyordum. Ve her yıldızla birlikte, biraz daha çocuk oluyordum. Biraz daha kendim. Biraz daha rüya.
Yıldızlara bakıyorum. Şehirde büyüdüğüm yıllar silinmiş; adını unuttuğum ama içimde hep bildiğim o çocukluk diyarına düşmüşüm. Binaların gölgesinde kaybolan, betonun içinde unutulmuş çocuklar arasında, hangi ben olduğumu bilmiyorum. O oyunları oynayan çocukların içinde artık kim olduğumu unuttum. Ama biliyorum: Yıldızlara dair öğreneceğim çok şey var. Ve bunları bana ne kitaplar ne filmler ne de gazete köşeleri anlatacak… Sadece onlar, gözlerini göğe dikmiş, her biri içindeki boşluğu yıldızlarla doldurmaya çalışanlar öğretecek: Deliler. Yani, burada, bu duvarların arasında kaybolanlar. Yani, her şeyini kaybedip kendini bulmaya çalışanlar. Yani ben. Ben öğreneceğim. Çünkü ben, kaybolanlar arasında bir zamanlar kim olduğumu arayan biriyim. Yıldızlar gibi, geceyi aydınlatmaya çalışan, ama içindeki karanlıkla birlikte büyüyen biriyim. Beni kimse anlatamaz, çünkü ben burada, bu hastanenin penceresinden, kaybolan zamanımın her parçasını yeniden bulmaya çalışıyorum. Benden başka kimse, geceyi içinden geçip, gözleriyle tutabilir mi?
Ama önce, önce ben olmalıyım. Kendim. Kendim olmak için debir yıldız kadar hafif, bir yıldız kadar yalnız olmalıyım. Karanlıkta parlayan her çocuk gibi. İşte şimdi, benim içimden bir yıldız geçiyor. Gülümsüyorum. Göğsümde gökyüzü büyüyor. İnsan çocuktur, diyorum. Ve insan çocuk olmaktan çıkınca birçok şey olur: baba olur, teyze olur, yorgun olur, katil olur. Ama ne kadar kendisi olur? Kendinle yeniden tanışmak, yıldızların altına uzanmak gibidir. O yüzden mutluluk, bir çocuğun iç sesi gibidir. Yıldızları izleyen bir çocuğun henüz hiçbir şeyi yitirmemiş gülüşü gibi. Ve ben, gözlerimden yıldızlar akar gibi çocuk oluyorum. Çocuk olmak, sevinçten ağlayabilmektir. Çocuk olmak, gözlerinden yıldız akmaktır. Sonra, bir sessizlik yayılıyor içime. Yıldızların ışığı sızıyor damarlarıma. Zaman duruyor. Ben uyuyorum. O morfinin ardından gelen uyku, bütün ağırlıkları silip götürüyor. Sabah, annemin sesiyle uyanıyorum. Ama annemin sesi artık yalnızca bir insana ait değil. Hemşirelerin ayak sesleri, infüzyon pompasının tıkırtısı, monitörlerin aralıklı bip sesleri… Bütün hastane annemin sesiyle konuşuyor bana. Ve o gün bugündür her akşam bir kere olsun göğe bakarım. Yıldızlara. Yıldızlar, o geceden sonra hep çocuk olur bana. Fuat olur.
O günden bugüne aylar geçti. Şimdi, akıl hastanesinin soğuk kışındayız. Her taraf kar. Ayaz, ciğerin içini oyuyor. Dışarı çıkıyorum. Hava alıyorum. Göğe bakıyorum. Yıldızlara. Kış ortasında bu kadar berrak bir gecenin insana nasıl da sürpriz olduğunu unutmamışım meğer. Soğuk tenimi yakıyor ama yıldızlar, yıldızlar sanki sırtıma battaniye olmuş. Bir anlığına, o geçmiş gece geliyor aklıma. Yine çocukluğumun içindeyim. İçeri giriyorum. Sobanın çıtırtısı, soğuk havanın ardından yüzüme tokat gibi çarpan sıcaklık... Ve karşımdaki sandalye. Üzerinde oturan abim. Fuat. “Yıldızlara mı baktın?” diyor. “Evet” diyorum. “Büyükayı’ya baktın mı?” “Evet” Gülümsüyorum. “Gel” diyor. “Sobanın yakınına otur. Dışarıda yıldızlar ısıtabilir insanı ama içeride soba ısıtır. Yine oraya mı gittin hava almaya” diyor. Gülüyor. Ben de gülüyorum. Anlıyoruz. Aynı yeri biliyoruz. Aynı dili konuşuyoruz. Yıldız dili. “Orası Şerevdin” diyor. Başımı sallıyorum. “Genç olmak kötü bir şey değil. Ama çocuk olmak güzel” diyor. “Bakma sen, kimse kolay kolay kendine itiraf edemez. Ama kim yıldızlara baksa, çocuk olur. Ve bir çocuk hangi sesi duysa, annesinin sesini duyar.”
Şimdi yine yıldızlardan konuşuyoruz. Her seferinde başka bir dünyanın kapısı açılıyor. Yıldız sohbetlerimiz bitmiyor. Çünkü biz aynı yıldızın gölgesinde büyüdük. Yine yıldız yolculuğundayız. Ama bu sefer çocukluktan çok, anneler aklımda. Belki de yıldızlar, en çok onları hatırlatır bize. Ya da sadece bana. “Saçlarına yıldız düşmüş / Koparma anne” diyen o şair geliyor aklıma. Anaların saçlarına yıldız yağar çocuklarının gözlerinden, biliyorum. Bunu yalnız ben bilmem. Bütün yıldız çocukları bilir. Fuat konuşuyor sonra: “Gelirken anamdan izin aldın mı?” diyor. Gülümsüyorum. “Niye, izin mi almam gerekiyordu?” diyorum. “Eğer oyun oynamaya gidiyorsan, anamdan izin alman gerekir.” diyor. Bir sessizlik. Sobanın çıtırtısı yankılanıyor odada.
Deliler, insanların en kırılgan olanlarıdır aslında. Dünyadan kaçtıkları için değil, kayıp kendilerini bulmak için buradalar. Çünkü burası, anneler gibidir. Sarar. Susar. Ve oyun yeridir. Öyle bildiğin oyunlardan. Saklambaç gibi. Ama burada ebe seni bulmaz; sen kendini bulursun. Kimi, annesinin duasıyla gelir.“Yat dinlen biraz, her şey geçer” diyen bir sesle. Kimi ise utana sıkıla, sessizce. Penceresiz bir ambulansta, gözünü tavana dikmiş halde. Ama hepsi, içine gizlenmiş bir çocuğu ortaya çıkarmak için gelir.
Abim, kafamın içinde konuşuyor, gülüşü hâlâ çocukluktan kalma. “Bazen buradaki arkadaşların da bir anası, bir ailesi, bir kardeşi olduğunu unutuyorsun. Yavuz mesela…Yıllar yılı birliktesiniz ama bir ailesi olduğunu hiç düşünmedin. O da unutmuştu. Ta ki yedi sene sonra birileri, anasının selamını getirene kadar.” Bana bakıyor. İçimde ince bir sızıyla, “Gerçekten mi?” diyorum. Çünkü çoğu zaman, deliler sanki hastanede doğmuş gibi gelir bana. Hastanenin duvarlarından sıyrılmış gibi, karanlık bir geceyle beraber büyümüş gibi. Ana-baba, kardeş…O ilişkiler, o sıcaklık…Çok uzak. Neredeyse hayal. Gülümsüyor abim. “Hani bir genç vardı. Aynı koğuştaydınız. Aylarca sabahları birlikte uyanıp akşamları birlikte yatıyordunuz. Bir gün sohbet ederken benden bahsettin. Birden gözleri büyüdü. ‘Senin bir abin mi var?’ dedi. O an anladı. Senin de bir ailen olduğunu düşünmemişti hiç. ‘Elbette var’ dedin. ‘Ben de insanım, bir zamanlar evim vardı.’ O da söyledi sonra: ‘Bilmiyorum… Buradaki eski arkadaşlar hiç ailelerinden bahsetmezdi. Sanki hepsi burada doğmuş gibiydiler. Ne aile ne ev… Bir tek burası vardı.
Sessizlik...Sonra abime dönüp., annemden izin istediğimi söyledim. “Beni iyi dinle, evlat. Bu dünya ne kadar karmaşık olursa olsun, sen her zaman beni hatırlayacaksın. Her ne kadar bu yolda kaybolmuş hissetsen de ben hep buradayım. Sen kaybolsan da ben seni hep bulurum. Şimdi git, ama sakın kaybolma. Yıldızları unutma. Ben seni onlardan tanırım” dedi. Rızasını istedim yani. Verdi. Sözleştik. Ben kaybolursam, bir şekilde kendimi kaybedersem, bir daha toplayamazsam, işte o zaman yıldızlar şahit olacak. Bizim tek iletişim hattımız o oldu artık. Yıldızlar. Gözlerimi kapattığımda, annemle aynı yıldızlara bakıyoruz, hiç kelimelere gerek kalmadan birbirimizi biliyoruz. Ben bakıyorum, o da bakıyor. Geriye kalan sadece yıldızlar. Ve yıldız deyince, bir anlığına hepimiz çocuk oluyoruz. Yıldızlar altında yeniden çocuk. Koca adamlar. Ama çocuk. Ve sonra bir kuş geçti pencereden. Sobada bir çıtırtı. Dışarıda rüzgâr boşlukta dolanıyor. Sanki uzaktaki hastanenin soğuk duvarlarından yankılanan bir yalnızlık içeri sızıyor. Ben susuyorum. Fuat susuyor. İkimizin arasında yıldızlar kadar eski bir anlaşma var.
Deliler hep yıldızlara bakarlar. Çocuklar gibi sevinir, çocuklar gibi hüzünlenirler. Ama en çok da yıldız biriktirirler. Eve döndüklerinde analarının saçlarına takabilmek için. Çünkü onlar en çok analarını severler. Ve ben, bu ıssız hastanenin soğuk koridorlarında unutulmadığımı biliyorum. Bazen ağlamak gibi oluyor her şey. Bazen gülmek gibi. Ama yıldız biriktirmekten asla vazgeçmiyorum. Geceleri, anamın saçlarına takabilmek için.






Comments