top of page
Search

ZIRHTAKİ ÇATLAKTAN SIZAN UFAK BİR AYRINTININ ANATOMİSİ

Updated: Nov 6

ree

“Bu seansa mutlaka gelmelisin, Sevim...” Arkadaşı Yeşim’in sesi, sanki bir şeyin büyüsüne kapılmış gibiydi. Gözlerindeki ifade, ofisin floresan ışıklarından daha donuktu; Sevim’in içini belli belirsiz bir huzursuzlukla dolduruyordu.

“Yani... Anlatması zor,” diye fısıldadı Yeşim robotik ve ama tuhaf bir şekilde ağlamaklı bir ses tonuyla, neredeyse huşu içinde. “Başka bir gerçeklikten geçtim sanki. Görünmez ama hissedilebilen bir kapıydı bu. O seansı düzenleyen kadının enerjisi başka bir düzlemde. Beşinci boyutun üçüncü katmanının kareköküne ulaşıyor yani hem içeride hem dışarıda, hem de hiçbir yerde. Zırhnetetatron varlıklarıyla rezonansa giriyor.”

Gözlerini Sevim’e sabitledi; sesi, sanki galaksilerin ötesinde, ışığın bile ulaşamadığı bir yalnızlıktan kopup gelen bir yankıydı, ruhun ıssız dehlizlerinde duyulan türden: “Bizden milyonlarca yıl ilerideler. Telepatik yolla iletişim kuruyorlar ve bu kadın onlara kanal oluyor. Seansa gelenlerin önünde görünmeyen, metalik bir el gibi bir şey bedenlere dokunuyor; anılar uyanıyor, insanlar titreyerek ağlıyor. Gerçekten doğaüstü bir şey var orada.”

Sevim istemsizce yutkundu. Yeşim’in sesi ona sanki şimdi hepten yabancıydı: “Ne olur gel bak… Bu bitmek bilmeyen karanlığın... Bu içini oyan boşluk... Hepsi geçecek. O kadın, sen daha bir zigotken bilinçaltına işleyen, geçmiş yaşamlarda bulunduğun gezegenlerden, yaşam formlarından miras tortuları temizliyor... Bir tür ruhsal sıfırlama.” Sonra gözlerini gökyüzüne çevirdi, sanki görünmeyen bir şeye dua eder gibi mırıldanmaya başladı:

“Göksel varlıkların kosinüs eğrisinde gizlenmiş mutlak dengeleri aşkına Sevim!” diye haykırdı Yeşim, sonrasında ise sesi giderek titrek metalik bir yankıya dönüştü. “Sen hâlâ anlamadın değil mi? Bu galaktik bir sıçrama! Kozmik bir çağrı! Evrenin bilinç formülü... Kendini ancak doğru frekansta açığa vurur!”

Pencereden dışarı bakarken, gözleri yavaşça gökyüzünü taradı, parmakları görünmez bir şekli çizer gibi havada hareket etti.

“Zırhnetetatron’nun varlıkları, teta açısıyla rezonansa giriyor, ruh ile evren arasında ilahi bir hizalanma başlıyor. Zihin zamanı kırıyor, benlik fraktal formuna dönüyor. Her şey bir açıyla başlar Sevim. Her ruh bir salınım, her travma bir kırılma açısıdır. Bu kadının zihni artık bir koordinat sistemine dönüştü, galaktik bilinç denklemlerine açılan anahtar gibi... Sonsuzda kesişen bir doğru gibi.” Bir an sustu. Sonra fısıltıyla ekledi: “Ve biliyor musun? Ruhumuzun içine işleyen o acı… O aslında kozmik bir eksen kayması. Bu seanslar o eksen kaymalarını düzeltmek için düzenlenen galaktik formatlar!”

Sevim, Yeşim’in gözlerine bakarken, içini bir ürperti kapladı. Eskiden Yeşim’in sesinde her şeye rağmen hep titrek bir umut olurdu, şimdi ise metalik bir kesinlik vardı; sanki çoktan geri dönülmez bir boyuta varmış gibiydi. Bakışları kilitlenmişti, ses yoktu. Sadece Sevim’in içinde, Yeşim’in ruhundaki çatlakları gösteren görünmez bir projektör çalışıyordu. Bu projektörün yansıttığı sahnelerden birinde Yeşim’in eski sevgilisinin kendisine taktığı kumar borcundan sonra içine çöken o tarifsiz yük, zamanla maddi bir mesele olmaktan çıkıp ruhsal bir enkaza dönüşmüştü. Artık sabahları uyanmanın sadece göz kapaklarını değil, evrenin tüm ağırlığını da kaldırmak gibi olduğunu söyleyip duruyordu. Gözlerinin altındaki morluklar, maddi yıkımın değil, ‘bir daha nasıl güveneceğim?’ sorusunun geceler boyunca zihninde dönüp duran sessiz ağıtlarından süzülüp inmişti yüzüne; yorgunluğu kalbin kıvrımlarında yankılanan güvensizlikten sızıyordu. Ve tam her şeyden elini eteğini çekmeye karar vermişken… O kadın bir şekilde karşısına çıkmıştı, 'Zırhnetetatron seni bekliyor' vaadiyle.

Zırhnetetatron … Ne biçim bir isimdi bu böyle? Zihninde yankılandı bu isim tuhaf bir şekilde. Sanki daha önce bir yerde fısıldanmış, sonra unutulmuş bir kelime gibi.

Yeşim’in bir zamanlar gecenin üçünde gönderdiği uzun ses kayıtları geldi sonra birden aklına… “Ruhumun bir yeri hiç büyümemiş gibi hissediyorum Sevim,” demişti birinde. “Sanki içimde bir boşluk var, ama şekli bile belli değil. Dolduramıyorum.” İşte o günlerden sonra başlamıştı Yeşim’in bu ‘başka’ arayışı. Önce astroloji, sonra regresyon seansları... Ve bir gece Sevim’e heyecanla mesaj atmıştı:

“Onu buldum! Zırhnetetatron çağrısını duyan kadını! Frekansımı değiştirebilen tek kişi o!”

Sevim o zaman da anlamamıştı tam olarak ne dediğini. Ama şimdi, ofisin floresan ışıkları altında Yeşim’in gözlerinde gördüğü şey... Tarif edilemezdi.

Sanki o boşluk, artık dolmuştu. Ama neyle?

Sevim, sonunda Yeşim’in ısrarlarına boyun eğdiğinde, içindeki huzursuzluk çoktan kök salmıştı. Yanlış bir kapının eşiğindeydi sanki. Ama derinlerde, kelimeye dönüşemeyen bir dürtü, ona bu kapıyı açması gerektiğini fısıldıyordu.

Seans evinin bulunduğu bina, şehrin dışına yakın, sessiz ve neredeyse terk edilmiş gibi duran bir sokağın ucundaydı. Duvardaki tabelada hiçbir şey yazmıyordu. Zile bastığında açılan kapının ardında bir karanlık vardı. Loş bir ışık, tütsü kokusu eşliğinde garip bir elektrik cızırtısı… Ve o kadın.

Kapı aralandığında Sevim’in boğazına görünmeyen bir el yapıştı. Nefesi kesildi, sanki hava değil, bilinmeyen bir varlık dolduruyordu ciğerlerini. Kadınla göz göze geldiği anda buz kesti. O gözlerde ışık değil, uzay boşluğundakini aratmayan bir soğukluk vardı, zamanın iliklerini donduran türden. Ve Sevim o buz kesme hissiyle şunu fark etti: O gözlerin içinde yalnızca bir kadın değil... Başka bir şey daha vardı. Tetikteydi. İzliyordu.

Kadın metalik bir ses tonuyla “Hazırsınız,” dedi sadece. Sonra arkasını dönerken, Yeşim’le Sevim’i sessizce içeriye davet etti.

İçeri adım attıkları an, Sevim’in zaman algısı kırıldı. Loş ışık, tütsü kokusu ve odada asılı duran bilinçsiz sessizlik, bir tür zihinsel yeniden doğum illüzyonu yaratıyordu. Gözleri duvardaki sembolleri tararken, zihni kendine ait olmayan bir ritme giriyordu. Her sembol, görünmeyen bir kapıya benziyordu; geçmişin arka sokaklarında kalmış, bastırılmış anıların kapısı. Ve Sevim, fark etmeden o kapılardan içeri adım atıyordu.

Kadın konuşmaya başladığında sesinde hipnotik bir ton vardı. Her kelime, doğru yerden alınmış bir yaranın üzerine yavaşça bastırılan bir parmak gibi etkiliydi. "Bu hayat... Bir kod dizilimi. Travmalarınız yalnızca arızalı yazılımlar değil, sizi siz yapan titreşimler. Ama bunları uyumsuzluk olarak algılıyorsunuz. İşte ben... O titreşimleri evrenin ana frekansına uyarlıyorum."

Kadının söyledikleri, ilk bakışta saçma gelebilirdi. Ama cümleler, tam da insanın savunmasız noktalarına dokunuyordu. Sevim, fark etmeden başını salladığını, iç çektiğini, bir şeylerin onu içeriden inceden inceden çözmeye başladığını hissetti. Kadın, sıradan bir ruhani lider değildi. O, kırık yerlerden su sızdıran ruhları tespit edip, o sızıntıyı kutsal bir çağrı gibi pazarlayan bir travma mühendisi gibiydi.

"Bedeninizin içinde sakladığınız her yara izi, Zırhnetetatron haritasında bir koordinattır," dedi kadın. "Sizi buraya o acılar çağırdı. Yalnız değilsiniz. Kayıp olduğunuzu düşünüyorsunuz, ama aslında ilk kez merkezdesiniz. Köklerinizi bırakın. İsimlerinizi, mesleklerinizi, geçmişinizi bırakın. Onlar yalnızca dünya frekansına ait kalıplar. Sizi aşağıda tutan yazılımlar."

Sevim'in içinden geçen bir düşünce belirdi ama hemen silindi. Bu silinme hissi… Tedirgin ediciydi. Kadın, yalnızca konuşmuyor; zihne girip orada gereksiz görünen şeyleri ayıklıyordu sanki. İyi giydirilmiş bir zihinsel boşaltım ritüeliydi bu. Ve Sevim, artık adının tam olarak neyi temsil ettiğini düşünürken bile bulanık hissediyordu.

Kadın, kendisine bakan kalabalığı gözden geçirdi. Gözleri dolu dolu olanlar, titreyen omuzlar, bastırılmış hıçkırıklar... Bu insanlar burada şifalanmıyordu. Burada ağlayarak bir boşluk yaratıyorlardı ve o boşluk... Tam da kadının ihtiyacı olan şeydi.

Çünkü bu sistem, boşlukla besleniyordu.

Boşluk ne kadar eskiyse, sistem o kadar derine iniyordu. Çocukluk travmaları, bastırılmış öfke, kimlik çatışmaları... Hepsi, kadının "galaktik rezonans terapisi" adı altında işlettiği psikolojik sömürü sisteminin çarklarıydı.

Ve Sevim farkında olmadan bu sistemin içinden geçiyordu. Hâlâ bir noktada dirençliydi, ama içindeki bazı sorular, artık ona ait değildi. "Gerçekten de bu geçmiş... Beni sınırlayan bir şey olabilir miydi? Ya bırakmak... Aslında özgürleşmekse?"

Bu soru, çok daha tehlikeliydi. Çünkü bu soru... Onun değildi.

Ritüel başlamıştı. Kadın gözlerini kapadı. Tüm salon, bir hipnoz hâline geçti. Fısıltılar yükseldi. Duvardaki semboller yanmaya başladı.

Sevim, kendi iç sesini duymakta zorlanıyordu artık. Başının içinde bir uğultu vardı. Ama bu seansta, belki de ilk defa Zırhnetetatron tarihinde ilk defa, yeni katılan biri olarak... Yeşim kadar dirençsiz olmayacaktı.

Kadının sesi, artık sadece kulaklarına değil, düşüncelerinin kıvrımlarına da sızıyordu. "Şimdi içinizden bir anı çağırın... En karanlık olanı. En fazla utandığınız, en çok bastırdığınız. İşte o an, sizin evrensel kodunuzun kaynağıdır. Zırhnetetatron, o anıyla sizi yeniden yazacak."

Sevim’in gözleri istemsizce buğulandı. Bilinçaltının en arka raflarında unutulmaya terk ettiği bir görüntü, birden önünde beliriverdi: Henüz 11 yaşındaydı. O gün okuldan yorgun argın eve geldiğinde, yağmur yağıyordu. Üşümüştü. Ayakkabıları su çekmişti, çorapları sırılsıklamdı. Anahtarını unutmuştu. Ama evde annesi vardı. Olmalıydı.

Dış kapı ziline bastı. Sonra tekrar. Bir daha. Cevap yoktu. Yağmurdan sırılsıklam olmuş saçları alnına yapışmıştı, dudakları mor bir çizgi gibi titriyordu. Yarım saat geçti. Bir saat.Zil sustu, Sevim sustu. Kendini duyamayan bir evin önünde beklemenin ağırlığıyla, apartman boşluğuna indi. Çöp odasında, karton kutulara kendini sığdırmaya çalıştı, kırışmış bir gazete parçasını bacaklarına sardı, bir çocuğun battaniyesi yoksa kelimelere sarınır gibi. Geceyi orada geçirdi. Karnı açtı. Korkuyordu. Ama en çok, kimsenin yokluğunu fark etmeyeceğini düşündüğü için ağlıyordu.

Ertesi sabah, apartman görevlisi kapıyı açtı. Sevim yerden kalktı. Kemikleri sızlıyordu. Parmak uçları üşümekten beyazlaşmıştı. Koşar adımlarla eve çıktı. Kapı yarı aralıktı. Bastırınca açıldı.

Televizyon açıktı ama sesi yoktu. Sadece ışıklar titriyordu. Yatak odasındaki sehpanın üstünde üç boş antidepresan kutusu… Ve yanlarında, düşmüş bir şarap bardağı. Halıya sızmış kırmızı iz hâlâ ıslaktı.

Annesi koridorda sendeleyerek belirdi. Üzerinde hâlâ dünkü gecelik. Gözleri boş. Perdeler çekiliydi. Mutfakta, yanık margarin gibi bir koku, tavada unutulmuş bir şey sanki. Ocağın altı açık kalmıştı. Tava simsiyah, içi kurumuş. Tıpkı annesinin zifiri kara boş bakan gözleri gibi… Az kalsın, gerçekten yanacaktı ev. Ama annesi sanki bunu bile hissetmemişti.

Göz kapaklarını aralamadan, nefes alır gibi değil de, son nefesini verirmiş gibi fısıldadı: “Kendi kendine kapıları açmayı öğren artık.” Sonra yeniden kayıtsız ve umursamaz karanlığına gömüldü.

O hafta babası hiç gelmedi. Telefon çalmadı.  Kimseden “neredesin?” sorusu gelmedi.

İşte bu anıyı, yıllardır zihninin en derin mahzeninde zincirli halde saklı tutmuştu. Ne annesine söyleyebilmişti ne kendine. Yalnızca üstünü örterek, başka anılarla bastırmaya çalışmıştı. Ama şimdi, bu kadının sözleriyle birlikte o mahzenin kapısı açılmıştı.

Ve şimdi, yıllar sonra, o kırılmayı uzaylılardan gelen bir bilinçle onarma vaadiyle saran bir ses... Çok ikna edici olabiliyordu.

Sevim bunu fark etti. Kadının en güçlü yanı, acının doğasını biliyor oluşuydu. Ama onu şifalandırmak için değil, derinleştirmek ve yönlendirmek için. İnsanların unutmamaya çalıştığı ama dile de dökemedikleri boşlukları, birer metafizik frekansa çeviriyor, onları bir tür kozmik hipnozun hammaddesi yapıyordu.

"Ruhunuzun ana yarasını bulduğunuzda," dedi kadın, gözlerini hâlâ kapalı tutarak, "geriye kalan her şey şekil değiştirir. O yaraya sahip çıktığınızda, frekansınız saflaşır. Sezgileriniz açılır. Artık bu dünya değil, başka bir koordinat sistemi içinde düşünmeye başlarsınız. Ve Zırhnetetatron sizi kabul eder."

Zırhnetetatron... O kelime artık yalnızca bir isim değil, sanki Sevim’in zihninde yankılanan bir kod haline gelmişti. Düşünceler arasında yol alan, yön veren bir sembol. Kime aitti bu kelime? Ve neden herkes, bu adı duyunca hafifçe başını eğiyordu, sanki içten içe tanıyormuş gibi?

Belki de Zırhnetetatron, sadece bir tarikat değildi. Belki bu, çağın kolektif yalnızlığının markalaşmış bir karşılığıydı. Herkesin içinde taşıdığı ama adlandıramadığı bir boşluğun pazarlanabilir versiyonu.

Sevim’in içinde bir şey çatladı. Ama kırılmadı. Henüz değil. Bir şey onu hâlâ ayakta tutuyordu. Belki bir ses. Belki adını unutmamaya çalışan inatçı bir parça.

Ama o uğultu... O hâlâ başının içinde dönüyordu.

Ve kadın, gözlerini açtı. Gülümsedi. "Sen... Sen daha yenisin. Ama kırılganlığında güncellenmemiş kodlar yazılı. Bu çok umut vaat edici. Seninle çalışmayı çok isterim."

Sevim’in boğazı kurudu. Ne diyeceğini bilemedi.

Ama içinden şunları düşündü:

“Belki de en çetin sınav, insanın içindeki sessiz uçurumla ilk kez göz göze gelmesiydi. Ne kaçmak mümkündü ne de susmak”. Ve o an Nietzsche'nin o meşhur aforizması geldi aklına: “Uzun süre uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakar. Aslında bu, bir bakışmanın değil, bir tanışmanın başlangıcıydı, insanın kendi karanlığıyla el sıkışması. Belki de hurafeleri bir kenara bırakıp, o karanlığın içinde bir canavar değil, insan kılığındaki canavarları korkutmak için canavar taklidi yapan canı yanmış bir çocuğun olduğunu görmesi için gereken ilk aşama buydu.”

Kadın ayağa kalktı. O ana kadar sahnede herkesle birlikte olan bu figür, şimdi Sevim'e doğru yöneldi. "Gel," dedi sakince. "Seninle özel olarak konuşmalıyız."

Sevim göz ucuyla Yeşim'e baktı, ama Yeşim gözlerini kapamış, başka bir âleme dalmış gibiydi. Kadının ardından yürüdü. Uzun bir koridordan geçtiler. Duvarlarda hâlâ aynı semboller, ama daha yoğun hatlarla çizilmişti, sanki bu odada işlenen zihin daha derin bir girdaba sürüklenmeye hazırlanıyordu.

Kapı kapandığında oda sessizleşti. Kadın, kendini tanıttı: "Adım Zulehra. Adımı anlamaya çalışmana gerek yok. Önemli olan sana neyi çağrıştırdığı."

Oturduğu yerden Sevim'e yaklaştı. Elinde yuvarlak, cam bir nesne vardı. İçinde kıvrılarak dönen morumsu bir sıvı. Sevim ona bakarken başı hafifçe dönmeye başladı.

"Zihin bir katmanlar sistemidir," dedi Zulehra. "Yüzeye ulaşanlar sadece parazit. Biz kaynağa iniyoruz. Ve senin kaynağın... Öyle bakir ki. Öyle ihmal edilmiş, öyle sahipsiz. Tıpkı terk edilmiş bir gezegen gibi. Senden bir harita çıkarabiliriz. Sen bizim için bir koordinatsın."

Zulehra’nın sesi artık zihninin içindeydi. Cümleler uzuyordu ama kelimeler ayrışmıyor, bir bilinç bulanıklığı yaratıyordu. Sevim bir an gözlerini kırptı. Cam nesneye tekrar baktı. İçindeki spiral, kendi düşüncelerine benzemeye başlamıştı.

"Şimdi ellerini aç. Sadece bırak. Bırak geçmişini, bırak ismini. Bırak kendi hikâyeni. Artık kendi kendine kapıları açmayı öğrenme vakti."

Sevim ellerini yarı istemsiz kaldırdı. Ama o an bir şey oldu. İçinden bir başka ses yükseldi. Çok zayıf ama inatçı bir yankı: "Bu tanıdık boşluk, kayıtsızlık, duyarsızlaştıkça daha da derinlere kök salan çürüme duygusu.... Daha önce de gördün. Başka kelimelerle. Başka yüzlerle. Annenin uzay boşluğunda kaybolmuş, ruhunu yansıtan gözlerinde; babanın terk edilmiş bir gezegeninkini aratmayan, kulakları uğuldatan, dibi tutmuş tava gibi yanık kokan, burun direğini sızlatan yokluğunda.”

Sevim’in elleri hâlâ havadaydı. Cam küredeki spiral kıvrım kıvrım dönüyordu. Zulehra’nın sesi, etkisini kaybetmiş bir hipnoz kaydı gibiydi şimdi, bir zamanlar büyü sanılan, artık sadece sinir bozan bir fon sesi. Etkisini çoktan yitirmiş bir narkoz gibi sızıyordu zihnine, uyuşturmaktan çok, mide bulandırıyordu artık.

“Şimdi sadece bırak. Bırak geçmişini, bırak ismini. Bırak kendi hikâyeni.”

Sevim başını hafifçe öne eğdi. Gözleri yarı kapalıydı. Sanki teslim olmuş gibi... miydi? Nefesi yavaşladı.

Sevim gözlerini kapalı tutmaya devam etti. Nefesi yavaşladı, omuzları gevşedi. Cam küredeki spiral hâlâ dönüyordu. Dışarıdan bakıldığında, Zulehra'nın etkisi altına girmiş gibiydi. Zulehra'nın gözleri parladı, alışılagelmiş bir teslimiyet anıydı bu. Tam da sistemin çalıştığı o ince kırılma noktası.

“İşte,” dedi Zulehra, sesi daha da yumuşadı. “Artık kendi sesini bırakıyorsun. Artık yalnızca içsel sesi duymaya hazırsın.”

Sevim başını hafifçe öne eğdi. Dudaklarında silik bir gülümseme belirdi. “Evet,” diye fısıldadı. “Artık sadece içsel sesi duyuyorum...” Bir an durdu. “Ama bu ses... Beklediğim gibi değil.”

Zulehra başını eğdi. “Korkma. O sese teslim ol. Direnme. O ses sana yol gösterecek.”

Sevim, Zulehra’nın ses tonunu neredeyse taklit edercesine, yavaş ve büyüleyici biçimde konuşmaya başladı:“Boşluk… Evet. Ama bu boşluk senin düşündüğün gibi değil. Bu, başka birinin sesiyle şekillendirilmiş bir boşluk. Sanki biri, yıllar önce kendi yankısıyla bu odayı doldurmuş da… Şimdi başkalarının yankılarına hiç yer kalmamış gibi.”

Zulehra kaşlarını çattı. Gözlerini bir an Sevim’in yüzünde gezindi. “Bu bir içgörü,” dedi dikkatlice. “Çok güzel bir benzetme. Ama senin sesin hâlâ çok dışsal.”

Sevim gözlerini hâlâ açmadı. “Hayır,” dedi usulca. “Ben sadece yankının kime ait olduğunu anlamaya çalışıyorum.” Ardından çok kısa bir sessizlik oldu. Sonra Sevim, ses tonunu biraz daha derinleştirerek konuşmaya devam etti: “Bu yankı... Öfke taşıyor. Terk edilmiş bir çocuğun öfkesini. Ama bastırılmış. Bilinçli değil. Ve her konuştuğunda... O bastırılmış ses, başkalarının zihinlerinde yankılanıyor.”

Zulehra ilk kez duraksadı: “Bu seni ilgilendirmez,” dedi hızlıca. Cümledeki o anlık kontrol kaybı, kelimelerin arasına karışan o ince çatlak, Sevim’in işaret fişeğiydi.

Sevim nihayet gözlerini açtı. Ama bakışlarında meydan okuma yoktu. Yalnızca sakin, sezgisel bir netlik vardı.

“Zulehra,” dedi. “Sessizlikle gelen kırılganlık. Kelimelerle gelen ilüzyon. Sorularla değil, belirsizlikle kurduğun otorite. Ama farkında olmadığın bir şey var: Herkes boşluktan kaçmaz. Bazıları boşluğu dinler. Ve orada yankılanan sesi sandığın kadar iyi saklayamazsın.”

Zulehra’nın yüzünde bir gölge belirdi. Ama hâlâ dik duruyordu. “Sen sadece direnç gösteriyorsun. Bunu hep yapmışsın. Düzenli bir savunma mekanizması. Duygusal bağ kurmaktan korkuyorsun.”

Sevim alaycı bir gülümsemeyle başını salladı: “Bingo! Haklısındır belki. Ama böyle kat kat inşa edilmiş bir zihinsel labirente ihtiyaç duyduğuna göre, senin derdin bağ kurmak değil; bağ görünümünde kontrol zincirleri döşemek. O yüzden herkesi aynı kalıba sokmaya çalışıyorsun. Senin sistemin aslında bir zırh. Zırhnet…Teta ağı… Bir çeşit sosyal koreografi. Göstermeye çalıştığın şey ne kadar huzurlu olursa olsun, içinde bastırdığın şey de bir o kadar kulak tırmalayıcı.”

Zırh…Net… Yani görünmez bir zırh ağı… Ama dışarıya değil, içeriye karşı. Zulehra’nın ördüğü ağ buydu. Duyguları düzenlemiyor, bastırıyordu. Soruları cevaplamıyor, yön değiştiriyordu. Her sorgunun etrafına örülen bu görünmez örgü, bir tür zihinsel çeperdi, kimse merkezine ulaşamasın diye. Ve adım adım devreye giren Teta hali. Zulehra’nın seansları, insanların beyin dalgalarını Teta seviyesine indiriyordu, uyanıklıkla düş arasındaki o saydam geçitte, savunmaların en zayıf, telkinin en güçlü olduğu yerde kuruyordu tuzaklarını. Bilinç yüzeye veda ettiğinde, Zulehra konuşmaya başlardı. Çünkü bu ağ, zihinsel boşlukları veri giriş noktası olarak görüyordu. Teta hâli gevşekliktir, evet. Ama aynı zamanda geçiştir. Ve Sevim bunu fark etti. Bu sadece bir rahatlama değil, kontrolün yeniden dağıtıldığı bir evreydi. Sözde Zırhnetetatron varlıkları bu anda devreye girerdi. Dışarıdan bir şifa gibi görünürdü; ama içeride, bireyin tüm tanımları yeniden örülüyordu.

Zulehra, her danışanını bir “kaynak” değil, bir “açıklık” olarak görüyordu. Kendi boşluklarını başka zihinlerin içine zerk ederek onlardan yankılar yaratıyordu. O yankılar ona ait değildi, ama onun tarafından kurulmuştu. Ve Teta dalgalarının akışkan aynasında, bu yankılar gerçekmiş gibi titreşirdi.

Ama Sevim bir şey yaptı: Teta evresini tersine çevirdi. O gevşekliği kendine dönmek için kullandı. Boşluklarıyla yüzleşmekten kaçmadı. Zırhnetetatron’a dokundu, ve dokunduğu yerde bir şey çatladı. Çünkü sistem, ancak sorgulanmadığı sürece kutsal kalır. Ve Sevim, sorularını cevap almak için değil, cevapların neye benzediğini görmek için sordu. Böylece Zulehra’nın ördüğü Teta ağı, yani kendi korkularını başkalarının bilinçaltına ip gibi sarkıttığı o yapı, ilk kez çözülmeye başladı.

Çünkü bazı insanlar, düş hâlinde bile kendi zihninin haritasını tutabilir. Ve bazen, Zırhnetetatron gibi sistemlere tehdit teşkil edenler uyanık gibi görünenler değil, rüyada bile gözleri açık olanlardır.

Zulehra sustu. Sözün yerini çaresizliğe bıraktığı, zırhların içten içe paslandığı o çöküş ânı. Bu, artık bir tekniğin değil, çözülemeyen bir varoluşun suskunluğuydu. Onca kelimeyle ördüğü bu zırh ağı şimdi kendi üzerine kapanıyor, Teta’nın içine gizlediği yankılar artık yalnızca kendi boşluğunda çınlıyordu.

Sevim yavaşça ayağa kalktı. Her hareketi dikkatliydi, sanki hâlâ bir parçası oyunun içindeymiş gibi. Ama bakışları artık seyirci koltuğunda değil, yönetmen sandalyesindeydi.

Sevim kapıya yönelmişti. Tokmağı kavramış, parmaklarını üzerinde hafifçe dinlendirmişti. Tam çıkmak üzereydi ki, arkasından Zulehra’nın sesi geldi, bu kez düşük perdeden, ama keskinliği hâlâ yerindeydi.

“Ufak bir ayrıntı sanmıştım seni… Ama galiba bu seansta tüm plan, senin gözden kaçman üzerine kurulmuş ya da gözden kaçtığın için bozulmuş…”

Cümle ne tam bir övgüydü ne açık bir yenilgi kabulü. Ama içinde kıvrılmış, zarif bir sarsıntı vardı. Yıllardır kullandığı üstünlük dili, şimdi ince bir kalkan gibi düşüyordu yere.

Sevim durdu. Ama hemen dönmedi. Başını hafifçe öne eğdi, yüzünde düşünür gibi bir ifade belirdi. Ardından sesi duyuldu. Sesi sakindi, ama o sessizlik, bir fırtınanın gözünde duran o tuhaf dinginlik gibiydi. Kendinden emindi, ne bağırmaya ihtiyaç duyuyordu ne de ikna etmeye.Ve o ton...Alayla empati arasında ip cambazı gibi salınan hem dokunur gibi yapan, hem hafifçe çizen, kadife bir kılıfın içindeki ince bir bıçak gibiydi:

“Senin gibilerin gözünde her şey ya devasa bir kozmoloji ya da ücra bir gezegende ufak bir ayrıntıdır zaten… Ya gezegenleri yörüngelerinden saptırıp meteor yağmurları yağdırırsın, ya da görünmeyen bir kraterde unutulursun. Ya putlaştırıp putlaştırılırsın, ya da yok sayar ve yok sayılırsın. Tapınma ya da ihmal; başka dilin yok. Çünkü ne hakiki yakınlığa katlanabilirsin, ne sıradanlığa. Oysa o orta nokta... Bazen sabit, bazen değişken olan o insani zemin... Senin o galaktik egon için fazla geçirgen, fazla savunmasız. Ve sen, zırhsız kaldığında görünmez olacağından ödü kopanlardansın.”

Birkaç saniye sessizlik oldu. Zulehra'nın soluğu duyuldu. Belki de ilk kez, cevap hakkını kullanmak istemedi. Çünkü karşısındaki artık onun oyun alanında oynamıyordu. Kendi tahtını kurduğu satranç masasının taşlarını tek tek kendi hamleleriyle düşürdüğünü fark etti. Kelime cephaneliği tükenmemişti belki, ama içindeki kürsü devrilmişti, tahtında yığılıp kalmış bir kukla gibiydi.

Sevim yavaşça arkasına döndü. Gözleri Zulehra’ya değdi. Gülümsedi, bu gülümseme ne zafer taşıyordu, ne de merhamet. Sadece netlik.

Kapıyı açtı. Dışarıdan gelen serin hava, loş odanın içine karıştı. Sevim adımını attığında, yalnızca bir kapı değil, Zulehra’nın üzerini örttüğü yıllar da aralandı.

Ve işte o an, önemsiz gibi görünen bir detay, bir cümle aralığı, sessizce çekilen bir dikiş gibi, Zulehra’nın özenle örülmüş zihinsel katedralinin tam kubbe noktasında ilk çatlağını bıraktı.


Ses yoktu. Ama bütün yapı, içten içe paslanmış bir zırhın gıcırdayan metalik sessizliğiyle çatırdamaya başlamıştı.

 
 
 

Comments


bottom of page